SELAHATTİN EYYUBİ’NİN HAYATI

Orijinali İskenderiye Kütüphanesinde bulunan Selahattin Eyyubi’nin el yazması günlüğünün, Fransız Gazetesi Genevieve Chauvel tarafından romanlaştırılmış, “Ben Selahattin” isimli kitapta şöyle diyor: “Bunları yazmaya başlamadan önce kendimi tanıtayım.” Evet, Selahattin’in ağzından hep birlikte Selahattin’i tanıyalım.
“Önce, ben Kürdüm. Ramadi aşiretindenim. Bu aşiret, Kürdlerin en eski ve asil aşiretlerinden biridir. Aşiretin yerleşik yeri, Batı Azerbeycandır. Dedem Şadinin babası Mervandan önceki soyumuz üzerine fazla bilgim yoktur.
Bizim beşiğimiz sayılan Dovin, 10. yüzyılda Küçük Ermenistan’ın başkenti idi. Buraya İç Ermenistan da diyorlardı. Amcam Şêrkoh ve babam Eyup Dovin’de dünyaya geldiler. 1128’de Dovin Türkmenlerin saldırısına uğradığında, dedem Şadi iki oğlunu ve karısını yanına alarak, canlarını Türkmenlerin acımasız katliamından zor kurtarmışlardır. Türkmenler acımasız bir katliam, büyük bir tahrip ve vicdansızca bir talanla Dovin’i yerle bir etmişler. Bununla birlikte, bizimkiler de bütün varlıklarını Türkmenlere kaptırmışlar, sadece canlarını kurtarabilmişlerdir.

Bu katliamdan kurtlan dedem Şadi, Bağdat’ı hedef alarak güneye doğru kaçmaya devam ediyor. Bağdat, o sıralar halifeliğin merkezi ve Selçuklu hanedanlarından Melik şah’ın oğlu Sultan Muhammed tarafından yönetiliyordu. Dedemin eski dostu Behruz da burada vezirdi. Bu Behruz, daha önce Dovin’de bir esirdi. Dedem bunu buradaki esaretten kurtararak, İsfahan’daki Selçuklu sarayında prenslere öğretmen olmasını sağlamıştı. Sultan Muhammed Bağdat’a yönetici olunca, hocası Behruz’u da buraya vezir yapmıştı.”
“Bağdat’a vardıklarında dedem Şadi, eski dostu ve Bağdat Veziri Behruz’u görebileceğini ve ondan yardım alabileceğini düşünüyordu. Aile Bağdat’a vardığında doğruca saraya gittiler. Vezir Behruz, dostu Şadi’yi çok iyi karşıladı. Hal hatırdan sonra Şadi olanları Behruz’a anlatıyor. O da büyük bir dikkatle dostu Şadi’yi dinledikten sonra, “Şadi” diyor “Allah seni bana gönderdi. Pek yakında Tikrit’i aldık. Orada yöneticimiz yoktur. Seni Tikrit’e yönetici olarak atıyorum ve bundan sonra senin unvanın ‘Dizdar’ olacak. En kısa sürede Tikrit’e gideceksin, görevine başlayacaksın.”

“Tikrit’e geldikten kısa bir süre sonra dedem Şadi öldü. Mezarı Tikrit’tedir. Yerine büyük oğlu babam Eyup geçti. Babama da ‘Necm ed-din’ unvanı verildi. Dinin yıldızı. Babam, Iraklı bir aşiret reisinin kızı El Harimi ile evlendi. Bu evlilikten ağabeyim Şahin şah ve Turan Şah, sonra üçüncü oğul olarak, 1137’de ben dünyaya geldim. Ama tanrı, beni çok ilginç bir şekilde dünyaya gönderdi.
Amcam Şêrkoh, vezirin çok sevdiği hukukçu bir gence kızıp, bir kılıç darbesiyle kellesini uçurunca, vezir de babamın bütün yetkilerini elinden alıyor ve “şafak atmadan Tikrit’i terk et, yoksa daha çok kelle uçacak’ diyor. Bunun üzerine bütün aile, hemen yol hazırlıklarına başlıyor. Tam bu sırada, ben annemi sıkıştırıyorum ve kadınlar bölümünde annemin sancıları tutuyor. Şafak atmadan beni bir kundağa beliyor, bir hizmetçinin kucağına tutuşturuyorlar, kervan Musul’a doğru yola koyuluyor. Ancak ikinci günü akşam, kervanın konakladığı yerde benim doğumumu kutluyorlar. Babamın anlattığına göre; çok cılız ve çelimsiz bir çocuk olduğum için, öleceğimi düşünerek, istemeyerek bana Yusuf adını veriyor, ikinci adımı da Selahattin koyuyor. Daha sonraları Selahattin benim birinci adım oldu.”

“Babam Eyup Tikrit’ten sürüldükten sonra, hedefi Musul olarak seçiyor ve yoluna devam ediyor. Çünkü Musul’un yöneticisi Zengi babamın çok iyi bir dostu idi. Ben doğmadan önce 1132’de, Tikrit yakınlarında, Zengi Selçuklulara yeniliyor ve kaçıp babama sığınıyor. Babam da, Zengi ve adamlarının canını kurtarıyor ve Musul’a yeniden dönmesine yardımcı oluyor. Aile Musul’a vardığında Zengi, dostu Eyüp’e vefa borcunu fazlasıyla ödemeye çalışıyor.
Bize Dicle’nin kenarında büyük bir bahçenin içerisinde, taştan ve çamurdan yapılmış çok büyük iki katlı bir ev verdiler. Musul’un çevresi uçsuz bucaksız okaliptüs ormanlarıyla kaplıydı. Bahçemiz portakal, limon ve diğer bütün meyve ağaçlarıyla doluydu. Annem son derce becerikli ve zevkli bir kadındı. Bin bir çiçekle dolu olan bahçemizi daha da zenginleştirerek gerçek bir cennete çevirdi.
Zengi’nin düşmanları da çoktu. İran Selçukluları, Şamdaki Nusayriler, Diyarbakırlı ve Erbilli Kürdler ve batıdan gelen Franklar. Biz Musul’a varır varmaz, babam ve amcam da Zengi’nin ordusuna katılarak Frankları denize dökmeye gittiler. Annem üç oğluyla yalnız kaldı. Benim çelimsizliğime çok üzülen annem, bütün zamanını bana ayırıyor, beni ipek kundaklara beleyerek büyütüyordu.

Zengi, Şam ve çevresinde stratejik önemi olan bir çok kaleyi alıyor, bunların en önemlisi olan Baalbek’e babamı komutan olarak atıyor. Babam buraya yerleşir yerleşmez, bizi Musul’dan almak üzere adamlarını gönderiyor. Ben artık büyümüştüm ama babamı hiç görmemiştim ve sesini hiç duymamıştım. Sadece beni ipekli ve kokulu kundaklara beleyen ve güzel sesiyle ninniler söyleyen annemin sesini duymuştum. Baalbek’e vardığımızda, altın takılarla bezenmiş ipek kalpaklı resmi elbiseler içerisinde bizi karşılamaya gelen babamı görünce, korkudan ağladım ve annemin arkasına saklandım. Ayrıca bu heybetli adamın, annemin gözlerine bakarak ağladığını gördüm. Annem de bu heybetli adamı teselli etmeye çalışıyordu. Büyüdükten sonra öğrendim ki, babam bizden ayrı kaldığı üç yıl içerisinde başka bir kadınla evlenmiş, annemin de bundan haberi yokmuş.”
“Ben çok güzel bir şehir olan Helipolis’te büyüdüm. Babam buraya bir cami ve sofiler için de bir manastır yaptırdı. Babamı resmi elbiselerinin dışında ve geleneksel Kürd kıyafetlerinin içinde görebilmek için, hep ikindiyi beklemek mecburiyetindeydim.

Amcam Şêrkoh, ağabeylerime savaş oyunlarını öğretmeye başladığında, ben çelimsiz halimle onları kıskanırdım. Bu arada okula başladım. Hocalarım sufilerden oluşuyordu. Okumayı öğrendikten sonra, en çok okuduğum sufilerden Gazali beni etkilemiştir.
Bize bu güzel yaşamı sağlayan Zengi 14 Eylül 1146’da öldürüldü. Kısa bir süre sonra Şam’ın büyük ordusu kapımıza dayandı. Amcam Şêrkoh’un girişimleri sonucu çok sayıda Kürd aşireti bizi destekledi. Taraflar büyük kayıplar verdiler. Babama pazarlık yapmaktan başka çare kalmamıştı. Böylece Baalbek eski sahiplerine verildi. Buna karşılık Şam’da bir ev ve arazi aldı, böylece Şam’a taşındık. Amcam Şêrkoh gizlice Zengi’nin adamlarıyla buluşur, Halep yöneticisi Nurettin’e katılır. Burada Franklara karşı başarılı savaşlar yaparlar. Bu da Şam komutanını korkutmaya başladı.
Şam’da hocalarım artık Sufiler değildi. Burada matematik, tarih ve coğrafya derslerini sevmeye başladım. Hocam Abu Taman, Kürd dili, tarihi ve geleneklerini bana öğreterek, benim bütün hayatımı değiştirdi ve hayatım boyunca onun etkisinden kurtulamadım.”

“24 Temmuz 1148’de sabahı Frank ve Alman birleşik ordusu Şam’ı kuşattı. Bunlar daha önce Kudüs’ü almışlardı, sıra Şam’a gelmişti. Çok kanlı çatışmalar oldu. Franklar, Arapların da biz desteklemeye geldiklerini duyunca, savaşmayı bırakıp kaçmaya başladılar. Savaşı kazandık ama çok sayıda ölü verdik. Bu savaşta büyük abim Şahinşah da hayatını kaybetti. İki küçük oğlu öksüz ve karısı dul kaldı. Babam çok üzgündü. İlk defa bana yaklaşarak başımı okşadı, ‘artık sen benim ikinci oğlumsun’ dedi ve ben çok mutlu olmuştum.
Savaştan kısa bir süre sonra vezir öldü. Sultan da babamı komutan olarak atadı. Muhtemel Arap saldırılarına karşı tedbir alıyordu. Artık babam benim atlara binmeme ve savaş oyunlarını öğrenmeme izin vermişti. Ama şunu unutmamam gerekiyordu: ‘Ben bir Kürdüm ve Başkomutanın oğluyum.’ Artık ince bedenim ata binmeme çok uygundu. Bu da beni sevindiriyordu.

Halep Komutanı Nurettin, komutanı Şêrkoh’u babama gönderiyor, güçleri birleştirmek istediğini söylüyor. Babam da bunu kabul ediyor. Böylece de Şam Valisi oldu. Ben o zaman 16 yaşındaydım. Sultan, bütün toplantılarında beni yanından ayırmıyordu. Kendisi entelektüelleri, filozofları, düşünürleri, şairleri ve din adamlarını çok severdi. Bunlara sık sık davetler verir, sohbetlerini dinlerdi. Bu davetlere ben de katılırdım. Bazen ava çıkardık; panterleri, geyik kovalayan çıtaları ve aslanları seyrederdik.
Mart 1164’te Sultan Nurettin, Generali Şêrkoh’a Kahire Seferi için emir verdi. Amcam Şêrkoh beni yanına çağırarak; ‘Yusuf, sen de benimle geliyorsun’ dedi. Ben o zaman 27 yaşındaydım. 1 Nisan 1164’te Sudan Kapısından Şamdan çıktık. General Şêrkoh, on binlerce Kürd süvariden oluşan ordusuyla gurur duyuyordu. Mayısın başı 1164’te zaferle Şam’a geri döndük. Bu savaşta gösterdiğim başarı, sevk ve idaredeki becerim nedeniyle, Sultan Nurettin beni ‘Şina’ ilan etti. Böylece de 27 yaşımda, koca Şam’ın Emniyet Müdürü olmuştum. Akşamları sufi arkadaşlarımla buluşuyor, saatlerce zikir çekiyorduk. ‘La ilahe illallah’ diyerek, belden yukarısını sallayarak, ruhumuz huzura kavuşuncaya kadar devam ediyorduk.
“Ocak 1167’de tekrar Kahire’ye sefere çıktık. Bu sefer General Şêrkoh’un yanında komutan olarak.

AYRICA BAKIN

Ahmet Yeşiltepe Kimdir Hayatı

Gazeteci Ahmet Yeşiltepe, Doğuş Yayın Grubu / NTV’de Dış İlişkiler ve Dış Haberler Koordinatörü, NTV’de …

error: LÜTFEN KOPYALAMAYIN OKUYUN!